“Soykırım; ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, katliamcilarin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir.” Lemkin
Asimilasyon ulus devlet anlayışı ile birlikte ortaya çıkan ve egemenlerin iktidar olma adına uygulamaya koydukları imha ve inkar siyasetinin en tahribkar boyutlarından bir tanesidir.
Ulus devlet politikaları sonucu suni bir şekilde oluşturulan milliyetçilikle halkların sistematik olarak soykırıma tabi tutulmaları süreci başlatılmıştır. Soykırım politikalarına tarihten beri hep rastlanılmıştır. Lakin ulus devletle oluşturulan milliyetçilik politikalarıyla at başı geliştirilen pozitivist sosyolojiyle birlikte, halkları sadece fiziki olarak soykırımdan geçirmek değil, aynı zamanda halkları kendilerine benzeterek eritme süreçleri de hızlandırılmıştır. Pozitivist sosyoloji aynı zamanda başka halkların toplumsal yapılarını bozarak, başkalaştırmanın da mümkün olduğuna kanat getirdikten sonra, esas alınan ağırlıklı yön halkları başkalaştırmak yani asimile etmek olmuştur. Asimilasyon; “Assimilatio” kelimesinden gelmektedir ve anlamı “Benzer hale getirmek” tir.
Asimimilasyonun ortaya çıkardığı zararlar ve toplumların dokularında oluşturduğu büyük tahribat itibariyle asimilasyonu toplu kırımın farklı bir devamı olduğunu söylemek belkide konuya en uygun bir tanımlama olacaktır.
“Varlık dildir” der filozoflar. Varlığın evini yıkmak için cümle yıkıcılar önce bir halkın dilini yıkmaya çalışırlar. Dilini yok etmeye çalışırlar. Bir halkın dili yıkılır ve yok edilebilir ise o halkın eritilme yani asimilasyon altına alınarak süreçle kültürel olarak başkalaşıma uğratılabilmesi mümkün hale gelir. Aksi takdirde bir halkı kendi bünyesine alarak eritmeye çalışmak, beyhude bir çabadır.
Tarihten günümüze, egemenler fiziki kıyamların bir devamı olarak asimilasyonu her zaman gündemleştirmişler ve bunun sonucu olarak farklı kimlikleri, inançları, dilleri ve kültürleri sürekli olarak ve yoğun bir şekilde yok etmeye çalışmışlardır.
Kuşkusuz asimilasyon bir eritme ve imha yöntemi olarak gündemleştirilirken bunun uygulamadaki farklı momentleri çok ince bir siyaset olarak hedef topluluklara dayatılmıştır. Egemenler hedef tahtasına aldıkları toplulukların kimliklerini kültürlerini dillerini kısacası cümle toplumsal değerlerini kuşkulu, tartışılır ve tarihselliği şüphe götürür bir noktaya taşımaktadır. Örneğin kürt halkı açısından yakın döneme kadar kürt olmanın bir suç olduğu algısı yaratıldı ve kürtlük giderek kriminalize edildi. Kürt kimliğinde ısrar sistemin cezaevleri ile tanışmayı beraberinde getirdi. Kürt kimliği ve bu kimlikle bağlantılı olan herşey tehlikeli suçlar kategorisine dahil edilerek Kürtlükte ısrar ile suç ve ceza kavramları bilinçli bir şekilde bir araya getirildi.
Bu amaçla kürt nufüsun yaşadığı her dört devletin sınırları içerisinde ‘’türk arap ve fars’’ eksenli bir eritme ve özünden uzaklaştırmak geniş bir coğrafyada etkili devlet siyaseti olarak uygulamaya konuldu. Farisilik ‘tarihsel soyluluk’ Araplık ‘Necib kavim’ ve türklük ‘yüce devlet büyük millet’ olarak Kürt halkının önüne konuldu.
Asimilasyon büyük oranda ulus devlet anlayışının bir sonucudur demiştik. Ama unutmamalıyız ki Ortadoğuda dinlerinde asimile edici yoğun bir etkisi vardır. Bu anlamda coğrafyamızda İslamiyetin yayılmasıyla birlikte hem dil bazımda ve hem de kültür bazında birçok toplumda yoğun bir asimilasyon süreci başlamış ve kuzey Afrika örneğinde olduğu gibi birçok alanda çok sayıda topluluk dillerinden ve kültürlerinden tamamen soyutlanmıştır. Kürt halkı da birçok noktada bundan derin bir şekilde etkilenirken ama mezopotamya da ki köklerinin çok derinde olması ve her istila sonrası dağlara yönelmesi radikal bir asimilasyonu her defasında engellemiştir.
Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum ne kadar anadilini geliştirmişse o denli yaşam düzeyini geliştiriyor demektir. Ne kadar dilini yitirmeyle ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlak ve estetikçe anlamlı bir yaşamları olmayacağı; trajik, hasta bir toplum olarak silininceye dek yaşamaya mahkûm kalacakları açıktır. Anlam, estetik ve ahlak yitimini yaşayan toplumların kurumsal değerleri ancak sömürgenlerin hammaddesi olarak işlenecekleri de bu açık olmanın bir gereğidir” diyerek dilin insan zihniyeti ve var oluşu üzerindeki olmazsa olmaz yerini dile getirmektedir.
Unutmayalım ki egemenliğin sorunsuz yürüyebilmesi için öncelikli olarak sömürge altına aldıkları toplumları ürkütmeleri, kendilerine güvensiz kılmaları gerekmektedir. Aksi takdirde sömürgecilik başarılı olamaz. Başarılı yürüyemez. Bunun yolu kesinlikle: “Yaşamaya hakkı olmayan alt-sınıf ve ırklar” oluşturmaktan geçer. Başka bir şekilde milyonlarca insanın katledilmesi, milyonlarcasının köle haline getirilmesinin izahatı zor olacaktır. Elbette; baskın olan toplum yani egemen olan topluluk eritmek ve yok etmek istediklerine birçok şeyi yakıştırmadan da yapamaz: “Paganlar, ilkeller, yontulmamış barbarlar, kafirler, yozlaşmışlar, dinsel sapkınlar, aşağı ırk” derken biz Kürtler için: “Ermeniler, şakiler, teröristler, caniler, dinsizler, çeteler, sünnetsizler, imansızlar, Zerdüştiler” gibi ne kadar çok sıfatı sömürgecilerin yakıştırdığını bizler biliyoruz.
Asimilasyonun toplumların dokuları üzerindeki etkisi?
Hiç şüphesiz asimilasyon toplumları ve netice itibariyle bireyleri dil ve kültür bazında eritmekle kalmıyor ama aynı zamanda erittiği topluluk ve bireylerin kişiliği, ahlakı ve düşünce dünyasında da büyük tahribatlar yaratmaktadır.
Bugün mevcut asimilasyon politikalarının temel nedeni Kürtlerin kültürel soykırımını sağlamaktır. Kürt kültürel değerlerini kendi Kültürel yayılma sahası ve kültürel gelişmesi için hammadde haline getirerek kullanmaktır. Egemenler bizim inkâr, imha, eritilme ve kültürel soykırımla yok edilmemiz için bu kadar uğraşırken, bizim sanki bir şey olmamış gibi davranmamız bu denli umursamaz yaşamamız asla kabul göremez. Ne acıdır ki Kültürel soykırımla yüz yüze kalanlar, soykırımın hedefi olan bizler bu durumun ciddiyetini ve aciliyetini hissetmekten aciziz. Duyumsamıyoruz. Bu tehlikeyi yaşamıyoruz. Hissetmediğimiz, duyumsamadığımız, yaşamadığımızı günlük ilişkilerde kullandığımız dille, dinlediklerimizle, izlediklerimizle, yazdıklarımızla her gün yeniden yeniden gösteriyoruz.
Dikkat edersek söz konusu devletler bu konuda epeyce sonuçta almışlardır. Bugün bizler bu kadar hızla asimilatif eğitim sistemlerine halen büyük bir coşkuyla koşuyorsak, halen büyük bir zevkle günlük yaşamda Türkçe Arapça ve Farsça konuşuyorsak, hatta öyle ki giderek kendi dilimizi unutuyorsak, ismimiz Kürtçe olsa bile dilimiz her geçen gün çok daha fazla günlük yaşamda Türkçe Arapça ve Farsça oluyorsa ve hatta rüyalarımızı bile bu dillerde görüyor isek, orada durup sömürgecilerin ve cümle işgalcilerin bizim kişiliklerimizde ne kadar sonuç aldığını görmemiz gerekiyor.