Sayın Perwer,
Bu mektubu, sadece size deĝil, sizin şahsınızda bütün Kürt sanatçılarına yazıyorum.
Sayın Perwer,
Mektubuma başlamadan önce kendimi size biraz tanıtayım ve bu mektubu neden yazdıĝımı anlatayım. Ben Orta Anadolulu bir Kürdüm.
Daha yedi yaşımdayken, ‘anadilini konuşmama’, ‘konuşursam öĝretmenden dayak yeme’ biçiminde asimilasyonla tanışmışım da haberim yokmuş. Sonrasında bu tanışma yeni halleriyle devam etti ve günün birinde adını öĝrendiĝim ‘asimilasyon’ hiç yakamızı bırakmadı.
Sizin 1970’li yıllarda gizliden, elden ele dolaşan kasetleriniz bize Kürtlüĝümüzü ‘hatırlama’, unutturulmak istenen stranlarımızı ‘hatırlatma’ konusunda büyük bir rol oynadı. Hatta, yine 70’li yıllarda aklı eren her Kürdün ruhunda asimilasyona karşı bir direnç yaratma konusunda bir “kıvılcım” rolü oynadıĝınızı düşünüyorum. Ne zaman ‘asimilasyon’ konusunda bir şey duysam, ya da okusam siz ve stranlarınız gelir aklıma.
Bundan dolayı bu mektubu yazıyorum size.
Sayın Perwer,
Sizi, 70’li yılların ikinci yarısında, onlu yaşlarında bir çocuk iken, bir fotoĝrafınızdan tanımıştım. Konya ovasında küçük bir köyde… Fotoĝrafınız, abimin kamyonunun güneşliĝinde, Yılmaz Güney’in fotoĝrafıyla yan yana duruyordu. Fotoĝraflara bakıldıĝında ilk farkedilen, Yılmaz Güney’in kırlaşan saçları, sizin, köylülerimizin deyimiyle “wek xurme” yani hurma gibi simsiyah sakallarınızdı. Yılmaz Güney, ellerini böĝrüne koymuş, etrafını süzermiş gibi bakarken, siz, dimdik uzaklara bakıyordunuz. Fotoĝraflardaki ortak nokta ise, bakışlarınızdaki umut ve kararlılıktı…
Birazdan kamyonun kasetçalarından sesinizin yükselmesiyle, sizinle tanışmam yeni bir boyut kazanacaktı. Görüntünüzden sonra, köylülerimizin “wek zengil” yani zil gibi dedikleri, benim gibi milyonların sizi tanıma ve sevme nedeni olan sesinizle de tanışacaktım. Köylülerimiz kamyonun açık kapısından yükselen sesinizi dinlemek için toplanıyor, dinledikçe hüzünleniyorlardı.
Nasıl hüzünlenmesinlerdi ki?
Yıllardır kendi dilinde şarkıları, yalnızca Erivan radyosunun cızırtılı yayınından dinleyebilmiş insanlar, şimdi teyp diye bir aletten billur gibi bir sesi ‘cızırtısız’ ve kesintisiz dinliyorlardı…
Sesiniz, duyulduĝu her yerde insanları büyülenmiş gibi çekip getiriyordu kamyona. Eminimki, sesiniz köyün tümünde duyulabilseydi, köylülerimizin tümü toplanıp geleceklerdi o küçük ‘açık hava konseri’inize…
‘Konser’iniz zorunlu olarak bitip dinleyiciler daĝılırken, insanların yüzlerinde, çok az beraber görülebilecek duyguları aynı anda görmüştüm; hüzün ve mutluluk, endişe ve umut, korku ve cesaret… Çünkü, o gün sesiniz, adeta Dicle olmuş, Fırat olmuş akıp gitmişti, köyümüzden ve köylülerimizin yüreĝinden
Tabi bunların yanında yüzlerce yıllık korku da peşini bırakmıyordu dinleyicilerinizin ve bir kısmı abimi uyarıyor, “başının üstüne astıĝı fotoĝrafların tehlikeli olabileceĝi ve indirilmeleri gerektiĝini” söylüyorlardı. Ama emin olun, o fotoĝraf hep o kamyonda ‘başımızın üstündeydi’, hiç inmedi…
Daha sonraları şahit olacaktımki siz bütün kamyonlardaydınız.
Gece yarısı sessizliĝinde, Konya Ovasında ya da Harran Ovasında ya da Muş Ovasında, yalnızca aĝır yükleri altında inleyen kamyonların uĝultusu yankılanırken, her kamyonun içinde sizin sesiniz yankılanıyordu…
Sayın Perwer,
Sonrasında, bizim köyde ve diĝer köylerde, o zamanın deyimiyle ‘alamancı’ların, köylülerine Almanya’dan getirebilecekleri en büyük hediye, ‘bir Şivan kaseti’ idi. ‘Bir Şivan kaseti’, adeta bütün bir köye getirilmiş ‘ortak bir hediye’ idi. Elden ele, evden eve, hatta köyden köye gizliden taşınır, imkan varsa kopyalanırdı.
Sayın Perwer,
Ben 15’ime, Türkiye 12 Eylül 1980’e geldiĝinde, bana sizinle ilgili bir ‘görev’ verilmişti. Hayatımın en zor ve en ‘utanılası’ görevi… Daha askerler köyü basmadan, ben sizin kasetlerinizi, yani sizin sesinizi, topraĝa gömecektim. Ve ben, maalesef, görevimi ‘layıkıyla’ yerine getirmiştim. Aslında, o yaşta ‘görevimin’ omuzlarıma ne kadar dehşetengiz bir günah yüklediĝini anlayamamıştım. Ben büyüdükçe, günahımın da büyüyeceĝini, bütün hayatımı günahını bilen bir günahkarın, günahının hesabını vereceĝi, ahiret gününü bekleme huzursuzluĝuyla yaşayacaĝımı, anlamam biraz zaman almıştı.
Sayın Perwer,
Biliyorsunuz, ben sizin sesinizi topaĝa gömdüĝüm günden sonra, ülke koyu bir karanlıĝa gömülmüştü. Şaşmamak gerek, bir halkın şarkılarının, sesinin, topraĝa gömüldüĝü bir ülke, başka nereye gömülebilirdiki?!
Sonrası malum, hayatın her alanında olduĝu gibi sizin sesiniz ve kasetleriniz üzerindeki yasak da müthiş bir biçimde aĝırlaştı. Zaten o zaman en çok duyulan kelime ‘yasak’tı. Öyleki, çoĝu Kürt, uzun yıllar kendi dillerinde bir tek Kürtçe stran dinleyemedi. Dili yasaklı bir halkın, uzaklarda bir yerde yaşayan en önemli ozanının çıkan kasetlerinin ülkeye girmesi elbette yasaktı. Insan o zaman anlıyor kendi dilinde bir şarkıya özlem ne demektir. Ve ben, şarkıları yıllarca ‘tecrit’ edilen, bir halkın bireylerinin, şarkılarıyla, bir Şivan Perwer kasetiyle, ‘yasal’ olmayan o vuslat anına bir çok kez şahit oldum. Ben, o anı nasıl anlatacaĝımı, söze nereden başlayacaĝımı bilmiyorum; ama eminim siz o ana şahit olsaydınız, o anı çok güzel bir stran ile anlatırdınız.
Sayın Perwer,
O ‘tecrit’ yıllarında, bir öĝrenci evinden aldıĝım iki tane Şivan Perwer kasetini alıp eve geldiĝimde, evde misafirler vardı. Selamlaşma faslından sonra, sanki misafirlerden biri, bir şeyler hissetmişcesine,“sen öĝrencisin, sen de hiç mi Şıvan’ın kaseti yok? Böyle şeyler sizde bulunur. Kaç senedir hiç dinlemedik…” deyivermişti. Kasetlerden birini teybe koyduk; evimiz sizin sesinizle doldu, stranlarınız insanları her şeyiyle, ruhlarıyla, bedenleriyle, bedenlerindeki her bir hücreyle sarıp sarmaladı, ruhlarını sarstı ve çekip bambaşka bir iklime götürdü…
Çünkü sizin sesiniz, bir halkın ortak sesiydi.
Çünkü sesinizde, esaretimiz, esaretten kurtulma kavgamız; aĝzımızdaki yasaklı dilimiz, boĝazımızda kalmış sözümüz, sözümüzü haykırma arzumuz vardı.
Çünkü sesinizde, gözümüzde okunan korkumuz, korkumuzu yenme azmimiz, umudumuz, sabrımız, direncimiz, işkencelerde, cenderelerde sınanmış tahammülümüz vardı.
Çünkü sizin sesiniz, yüzlerce yıllık susuzluktan sonra içilen suyun ilk yudumu gibiydi.
Çünkü sizin sesiniz, yüzlerce yıldır, haramilerin destursuz girdiĝi, dikenlerin gülleri sardıĝı, bülbüllerin küsüp gittiĝi gül bahçesine dönen ilk bülbülün sesiydi.
Çünkü sizin sesiniz çatlamış topraklara düşen ilk yaĝmur damlası, yeniden sürülmüş toprakların ilk kokusu, eriyen buzdan dökülen ilk su damlası, baharın açılan ilk gül goncası, bebeĝin ilk aĝlaması, fidelerin cansuyuydu.
Çünkü sizin sesiniz ölümlüler için ab-ı hayat, ölümsüzler için sabır ve sebat, günahkarlar için şefaat, günahsızlar için mükafat; aşıklar için vuslat, onyıllardır sesi boĝulanlar için arşı alaya yükselen ilk feryatdı.
Aras ve Murat; Dicle ve Firat; Cudi ve Ararat; Amed ve Mahabat; Hewlêr, Silemanî, Dersîm, Urmîye… Van, Urfa, Erzurum… Ve Kamışlo ve Afrin; ve bir ülkedeki cümle kurtlar, kuşlar ve cümle nebat… Hepsinin ortak sesiydi sesiniz
Sayın Perwer,
Sizin müziĝiniz ve sesiniz hakkında sanatsal bir deĝerlendirme yapmak benim haddimi çok aşan bir konudur. Çünkü benim, dinleyici olmak dışında müzikle hiç bir ilgim yoktur. Hatta, etrafımdakiler, bırakın iyi bir müzik kulaĝı, hiç de iyi bir kulaĝımın olmadıĝını söylerler. Ama sizin sesinizin, müziĝinizin büyüklüĝünü anlamak için, ne müzikten anlamak, ne de iyi bir müzik kulaĝına sahip olmak gerekir; birazcık da olsa duyan bir kulak yeterlidir.
Ancak sizin bir dinleyiciniz olarak, ‘sanatçı tavrınızı’ eleştirme hakkımın olduĝunu düşünüyorum.
Sayın Perwer,
Sizin de çok iyi bildiĝiniz bir kıssayla anlatayım meramımı.
Nemrud, putlarını kıran İbrahim Peygamber’in, ateşte yakılması emrini vermiş; odunlardan büyük bir yığın yaptırmış. Alevler o kadar yükşelmiş ki, bütün canlılar bölgeden kaçmış. İbrahim Peygamber’i mancınıkla ateşin tam orta yerine attıktan sonra, karga, bir güvercinin gagasında getirdiĝi suyu ateşin üzerine bıraktıĝını farkeder ve güvercine “ne yapıyorsun, bu koca ateş senin gagandaki suyla söner mi?” der. Güvercin de “biliyorum bu ateşin benim gagamdaki suyla sönmeyeceĝini, ama ben gagamdaki suyla safımı belirliyorum” der.
Mazlumdan yana safını belirlemek, her insanın, ‘insan olabilmesinin’, ‘insan kalabilmesinin’ ölçüsüdür. Bir sanatçı içinse, mazlumların sesi olmak, mazlumların sanatçısı olmanın olmazsa olmazıdır.
Yani bir sanatçının duracaĝı yer putları kıran İbrahim Peygamber’in safıdır; Nemrut’un deĝil. Bir sanatçının duracaĝı yer ateşe su taşıyan güvercinin safıdır, onu vazgeçirmeye çalışan karganın deĝil.
Iktidarın, güçlünün yanı hiç deĝildir.
Ama siz iktidarın yanında saf tuttunuz ve bütün geçmişinizi ayaklar altına aldınız! Dinleyicileriniz sizi affeder mi bilmiyorum; ama siz yaptıĝınızın vahametini analayabilseydiniz, siz, sizi affetmeyecektiniz!
saklı dilinin ve stranlarının ozanı iken, sizin dilinizi ve stranlarınızı yasaklayan ‘devletin’ yanında ‘saf’ tuttunuz.
Çünkü siz, halkınızla barışı bitirip yeni bir savaşı başlatmak üzere Diyarbakır’a giden bir devlet şefinin yanında saf tuttunuz!
Sayın Perwer,
Devlet ile nasıl bu kadar rahatca kol kola girebildiniz?
Sahi bu kadar keskin bir dönüşü yaparken başınız dönmedi mi hiç?
Kendinizi devletin diĝer kolundaki şarlatanın seviyesine nasıl düşürdünüz?
Dünyanın sayılı entellektüllerinden Edward Said’in safını belirlemek için Filistinli çocuklarla bir olup Israil tarafına taş attıĝını duymadınız mi hiç?
Neşet Baba’nın ‘devlet sanatçısı’ olmayı reddeddiĝini duymadınız mı?
Yaşar Kemal, Arif Saĝ, Sezen Aksu, Melih Cevdet Anday, Avni Arbaş, Fikret Otyam, Orhan Pamuk ve Atıf Yılmaz gibi Türkiye’nin devrimci sanatçılarının bu ünvanı reddettiklerini duymadınız mı?
“Victor Jara’yı Santiago (Estadio Chile) stadyumuna getirdiler. Gitarı yanındaydı. Stadyuma girer girmez Unidad Popular (Venseremos) şarkısını çalıp söylemeye başladı. Stadyumun yönetimi vahşi bir faşist olan Albay Mario Manriquez Bravo’nun elindeydi. Victor Jara’nın Venseremos’u söylemesi ve stadyumdakilerin de buna eşlik etmesi, albayı çok rahatsız etti. Emrinde, en az kendisi kadar faşist ve gaddar iki subayını çağırdı.Victor Jara’nın gitar çalmasını engellemelerini istedi. Subaylardan biri, “Ne olursa olsun engellememizi mi istiyorsunuz komutanım,” diye sorunca, albay Bravo başıyla “evet” anlamında yanıt verdi. İki subay hızla Jara’nın yanına ulaştılar. Jara’nın etrafı yığınla vatansever tarafından kuşatılmış olduğundan, dipçik darbeleriyle kendilerine yol açıyorlardı. Sonunda Jara’nın yanına ulaşmayı başardılar. Hiç uyarmadılar, tek kelime bile etmediler. Subaylardan biri gitarı Jara’nın kucağından alıp yere çaldı. Büyük bir uğultu yükseldi. Ardından kolundan tutup Jara’yı yere yatırdılar. Yüzün koyu yatıyordu ünlü müzisyen. Şili’nin bağımsızlık savaşçısı, devrimcisi. Subaylardan biri kollarından birinin üzerine ayağıyla basarak kıpırdamasını engelledi. Diğeri ise tüfeğinin dipçiğiyle Jara’nın parmaklarını kırdı. Defalarca vurdu, yılmadan vurdu, acımadan vurdu… Sonra subay öteki koluna geçti. Dipçik darbesiyle sağ elini paramparça eden diğer subay bu kez sol eline vurmaya başladı. Jara hala mırıltı halinde Venseremos’u söylemeye çalışıyordu. https://ilerihaber.org/icerik/victor-jaranin-fasizme-direnen-gitari-59969.html |
Bu ünvanı reddeden sanatçıların sizin gibi devletle ‘ulusal varlıklarını yok saymak’ gibi derin çelişkileri de yoktu. Sadece ‘sanatçı vicdanlarının’ gerektirdiĝini yaptılar.
Sahi Sayın Perwer, siz Victor Jara’nın hikayesini dumadınız mı hiç? Pinochet’nin askerlerinin gitar çalmaması için parmaklarını kırdıkları Victor Jara’yı?
Sayın Perwer,
İlerlediĝiniz yolda, attıĝınız her adım geri dönüşünüzü biraz daha zorlaştırmaktadır. Oysa stranlarını en zor zamanlarda söylediĝiniz halkınız, zorlu, zahmetli bir yolun sonuna gelmektedir ve yolun sonunda görecekleri muhteşem güzellik, yol boyunca çektiklerini unutturacak onlara.
Yolun sonunda, bütün dünyanın gözlerini kamaştıracak kadar aydınlık, yepyeni bir dünya kurulacak…
O yeni dünyada, bastırılmış, yasaklanmış dengbejlerin sesleri serbet bırakılacak ve daĝlarda, ovalarda, ırmak boylarında yankılanıp biribirine karışacak. Ben sizin gibi bir dengbejin sesinin de o seselerin arasında olmasını isterdim… Bu bir sanatçı için en büyük ödüldür. Çıkış yıllarında yaptıklarınızla bunu hakkettiĝinizi, son yıllarda da safınızı belirlerken heba ettiĝinizi düşünüyorum.
Keşke, şimdi gittiĝiniz yolda daha fazla ileri gitmeseniz, halkınızın sonuna gelmekte olduĝu yolda, yolun sonundaki güzelliĝi halkınızla beraber görmek için var gücünüzle koşsanız halkınızın ardından…
Selamlar