Köyün üzerindeki lanet

 

’’ Öykü ’’

 ’’ KÖYÜN ÜZERİNDEKİ LANET ’’

 

  Yaz tadili için izin mevsimi yavaş yavaş yaklaşıyordu.  Nisan ayının ortaları olmasına rağmen birbirleriyle karşılaşan ve görüşen hemen hemen herkes,  bu yıl izine gidip gitmeceklerini soruyorlardı birbirlerine. 

Mesut’ta arasıra daha erken davranıp karşılaştığı dost ve ahbaplarına  bu yıl izine gidip gitmeyeceklerini sormadan ediyordu.

  Mesut ve eşi son 25 yıldır hemen hemen her yıl, köylerinde bıraktıkları anne ve babalarını görmek için izine gidiyorlardı.

  Yanlız son zamanlarda, Mesut’un canını çok sıkan bir şey vardı. 24 yaşındaki oğlunun davranışları günden güne değişmekte ve oldukça saldırgan bir ruh haline bürünmüş görünüyordu.

   Oğlu, kendi Pizza dükkanında yıllardır okul sonrası gelerek babasına yardım etmekteydi, fakat işten sonra ne yaptığını ve sabahlara kadar kimlerle arkadaşlık yaptığından pek haberdar değildi.

   Gerçi oldukça çok sayıda köylüsünün oturduğu bu semtte, gençlik çetelerinin olay çıkarttıklarını ve kendi aralarında ve ara sırada polis ile çatıştıklarının haberleri çalıyordu kulağına fakat yaptığı tek şey oğluna ara sıra nasihat vermek oluyordu.

  Oğlu, tüm ömrü boyunca sadece 2 kez onlarla birlikte köylerini görmeye gitmiş ve canı kısa sürede sıkılarak İsveç’e tekrar dönmek istemişti.

  Yine bu yıl da tüm ısrarlara rağmen, onlarla birlikte gelmek istememiş ve yaz tadilini arkadaşları ile geçirmeyi planladığını söylemişti babasına.

  Oğlu ile sürekli çatışma ve tartışma içinde olan Mesut’a göre oğlu,  kendi kültüründen uzaklaşmış ve artık İsveç’li gibi davranıyordu. Oğlu, kendi anadili olan kürtçeyi bile doğru dürüst konuşamıyordu. Bu konuyu çeşitli defalar eşi ile konuşmak istemiş ve her seferinde çok sert tartışmalar yaşamışlardı.

  Eşi sürekli olarak, çocuğu erken yaşlarda teyzesinin kızı ile evlendirmek istemesine karşı çıktığı için tüm suçun Mesut’ta olduğunu öne sürüyordu. Eşinin düşüncesine göre, erken yaşlarda evlenen gençler evlerine bağlanıyor ve gözleri dışarda olmuyordu.

  Mesut’ta oğlunun bir eğitim almamasına çok üzülüyor ve bu konuda kendisini suçluyordu. Yıllarca pizza dükkanında kendisine yardımcı olan oğlunun bir meslek okuluna gitmesini doğrusunu söylemek gerekirse, pek içinden gelerek istememişti.

  Doğrusu  oğlunun dükkanda ona yardım etmesi, onunda işine geliyor ve sık sık  kahvehaneye gitme imkanı buluyordu böylece.

  Tüm bu tartışmalar, Mesut’un canını oldukça sıkıyor ve sürekli morali bozuk oluyordu.

   Mesut’u son zamanlarda en çok endişelendiren konu, oğlunun son bir kaç yıldır kendi köylülerinden bazı gençlerle birlikte çete benzeri bir grup oluşturduğu yönünde aldığı duyumlar olmuştu.

  Söylentilere göre bu gençler küçük çaplı çete grupları oluşturup, bazı işyerlerinden haraç  alıyor, ufak çapta da olsa uyuşturucu ticareti yaptıkları idi. Gerçi bu güne kadar oğlunun, bir bisiklet hırsızlığı dışında polislik bir olaya karıştığına şahit olmamıştı fakat yine de bu söylentilerden çok tedirgin oluyor ve endişe duyuyordu.

  Oğlunun bu sert ve agresif davranışları sürekli olarak onun keyfini kaçırıyor onun moralinin bozulmasına neden oluyordu. Acaba oğlunun pizza dükkanında çalıştırma yerine, bir eğitim almasına yönlendirseydi oğlunun davranışları yine böylemi olacaktı acaba ?

   Bazen kendisini oğlunun bu davranışlarından birinci derecede kendisini sorumlu hisediyordu.

   Mesut bu konuyu ilerleyen süreçte, zaman zaman kendi köylüleri ile görüşmelerinde dile getirip tartışıyor ve bu sorunun sadece  onunla sınırlı olmadığını ve oldukça çok sayıda köylüsüsünün bu konuda sorunlarının olduğunu anlamıştı yavaş yavaş.

  Konuşup görüştüğü yakın arkadaş çevresininde çocuklarını izin için köye gitmelerinde de benzer sorunlar yaşadıklarını artık daha fazla duyuyordu.

  Gerçi, Mesut’un köylüleri  eskiden olduğu gibi köye izine gitmek yerine artık direk olarak ya Alanya ya da Bodrum gibi benzeri turistik yerlerde giderek yaz tadillerini geçirmeye başlamışlardı.

  Mesut bu gidişata çok üzülüyordu, eğer kendilerinden sonraki nesiller kendi ata ve dedelerinin doğdukları  topraklara gitmiyeceklerse çektikleri tüm bu çaba ve gayretler kimin içindi ve kimin için gece yarılarına kadar çalışıyorlardı ?

  Tüm bu sıkıntıları kimin için çekiyorlardı acaba ?

  Yakınları ile yaptığı sohbetlerde, bazı gençlerin babaları İsveç’te hayatlarını kaybettikten sonra köye gidip babalarının binbir zahmetle kazandıkları para ile yaptırdıkları evleri satarak parayı tekrar İsveç’e getirdiklerini duydukça endişe ve kaygıları daha da artıyordu.

  Evet doğru, bazı köylüleri sanki ilk gün İsveç’e geldikleri zamanlarda ki gibi yaşamaya çalışıyorlar  ve bazılarının halen köyde yatırım olarak  tarla ve traktör aldıklarını gördükçe kafası daha da karışıyor aynı şekilde gidişattan endişelenerek bir türlü bu işin içinden çıkamıyordu.

   Mesut’a düşüncesine göre, en doğrusu köyde  normal ölçüler içerisinde bir ev yaptırmaktı.

  En son Stockholm şehir merkezindeki köylülerinin gittiği  kahvehane de karşılaştığı  köylüleri, devlet tarafından köylerine 5 tane Suriye’li ailenin yerleştirildiğini  ve şimdilik bazı boş olan evlerde kalan bu ailelerin ev almak için uğraştıklarını söylemişlerdi.

  Gerçi daha önce köylerinde yaşamakta olan Mardin’li ve Şırnak’lı bazı aileler kendi köylüleri tarafından birkaç tanesi dışında zorla göç ettirilmişlerdi. Devlet tarafından yakılan köylerini terkederek Ortaanadolu kürt köylerine gelen bu kürt aileler yine kendi kürt soydaşları tarafından köyden zorla çıkarttırılmışlardı.

  Bu kürt ailelerin köyden zorla göçettirilmesi, evli olan köy gençlerinden bir tanesinin Mardin’li bir ailenin kızına aşık olup onunla evlenmek istemesi üzerine başlamıştı. Kıza aşık olan Köylü gencin aynı zamanda kuzeni de olan kayınbiraderi İsveç’ten gelerek bu olaydan tüm Mardin’li kürt aileleri sorumlu tutup, diğer köylüleride akasına  alarak hemen hemen tüm Mardin’li kürt aileleri zorla köyden göç ettirmişti.

  Yıllardır İsveç’te yaşamakta olan köylüler kazandıkları paralar ile, gelip geçenlerin gıpta ile baktıkları kocaman güzel evler inşa ettirmişlerdi. Köyün daha önce ilkokul ve ortaokul olan ilköğretim  okulu öğrenci yetersizliğinden dolayı artık kapanmış durumda idi.

  Zaten daha önce belediye olan köy,  şimdi Kulu ilçesinin sıradan bir mahallesi statüsüne düşürülmüştü.

  Mesut’un köyünde, bu İsveç sevdasından dolayı eğitim ve öğrenime fazla önem verilmemiş ve Kulu ilçe kaymakamlığının yayımladığı, Kulu ve çevresi tanıtım broşüründe bu köy hakkında pek olumlu şeyler yazılmıyordu.

   Kaymakamlığın yayımladığı bu broşürde bu köyün eğitim seviyesinin diğer çevre köylere; örneğin Xelikan köyüne göre oldukça düşük olduğu açıkça belirtiliyordu.

  Bu köyün aynı zamanda İsveç’te yaşayan toplumu arasında da eğitim ve öğrenime pek fazla önem verilmiyordu. Toplam yüksek öğrenim görenler bir elin parmakları ile sayılacak kadar az sayıda idi.

  Mesut’un köyü, diğer Orta-anadolu köyleri gibi 1960’lı yılların ortalarından itibaren başta özellikle İsveç olmak üzere Avrupanın yollarını tutmuştu.

  O zamanlar geçimlerini hayvancılık ve çiftçiliklikle sağlayan köylüler bu Avrupa yolunun açılmasıyla birlikte Avrupa’ya akmaya başladılar.

  Köyde hemen hemen hiç kimse kalmamış, köyün  eli iş tutanların tamamı ya aile birleşimi ya da bir işyerine bağlı olarak tamamen İsveç’e göç etmiş olup yaz ayları dışında köyde birkaç yaşlı emekli dışında insan görmek imkansız gibiydi.

  Yaz sezonu dışında köyde adeta in cintop oynuyordu. 

 

  Yoksa bu köyün üzerinde blinmeyen gizli bir lanet mi vardı yoksa ?

 

  Zaman çabucak geçip gitmiş ve yaz tadili nihayet gelip çatmıştı kapıya.

  Mesut tüm hazırlıklarını yaparak eşi ve küçük oğlu ile birlikte yaz tadillerini geçirmek için köylerine doğru yola koyuldular.

   Büyük oğlu yine bu yıl da onlarla birlikte gelmek istememişti. Mesut yine bu konuda oğluyla şiddetli bir tartışmaya girmiş ve oğlunu,  onlarla birlikte köye gelmesine bir türlü ikna edememişti.

   En sonunda, oğlunun arkadaşlık yaptığı ve onun pek sevmediği arkadaşlarından uzak duracağı sözünü  alarak kapattılar tartışmayı. 

  Mesut nihayet köyüne gelmiş ve tadilin keyfini çıkarmaya çalışıyordu. Uzun süredir görüşmediği çocukluk arkadaşları ve akrabaları ile  görüşüp hasretlik gideriyordu.

  Fakat dikkatini en çok çeken şey, köylülerin ve akrabalarının artık eskiden olduğu gibi birbirlerine samimi olarak davranmadıklarını ve biraz mesafeli davrandıklarını idi. Covid 19 pandemisinin bu davranış değişimimne neden olabileceğine dair inancını korumaya çalışıyordu.

  Köylülerin selamlaşma ve konuşma biçimleri tamamen değişmiş ve sanki birbirlerine yabancılaşmış gibi davranıyorlardı. Bunlar, Mesut’un keyfini kaçırsa da nihayet kendi köyünde idi ve bu gelişmeleri olduğu gibi kabul etmek zorundaydı.

  Öğlenden sonra, köyün içerisinden evine doğru dönerken mezarlığın hemen karşısında oturan annesinin dayısı olan Hacı Saydo dayının yanına uğrayıp hal hatır sorarak elini öpmek geldi aklına.

  Hacı Seydo dayı yüz yaşına yaklaşmış ömrü ile çok görmüş geçirmiş oldukça bilge bir insandı.

  Hoş beş ederken, Mesut köyde yaşamın tamamen değiştiğini ve sanki sihirli bir elin köylülerin üzerinde bir soğuk hava estirdiğini söyleyince, Hacı Seydo dayı söz aldı;

-Bak yiğenim; bu köy çok eskiden cıvıl cıvıl insanların hayvancılıkla ve çiftçilikle uğraştıkları bir köydü.

  Herkes birbirlerini seviyor  sayıyor,  aynı zamanda herkes saygı ve sevgi içerisinde birbirlerine karşı bacı kardeş gibiydi.

  Evlerimizin kapılarını bile kitlemezdik o zamanlar. Eskiden köyümüzde kürt ve müslüman olmayanlarda aynen bizim gibi huzur içerisinde yaşıyorlardı. Bak köyümüzün çobanların hayvanlarını geceleri dinlendirdikleri bir bölgenin ismi ‘’ Hevşi male Çerkez’’ adıyla anılır. Daha sonra sanki sihirli bir el tarafından tüm bu farklılıklar ortadan kalkıp unutulup gitti.

  Köyde sağılan koyunlardan elde edilen sütler köyün ortasındaki mandraya satılıyor ve köylüler bundan çok memnun oluyorlardı.

  Bugün ise, o eski köy gitmiş yerine sanki bambaşka çeşit insanların yaşadıkları bir köy gelmiştir. Sanki bu köyün üzerinde bir ’’lanet’’ varmış gibi geliyor bana.

  Bak şimdi yiğenim bir bu köyde yaşanmış gerçek bir hikaye anlatayım sana;

 – Ben bu hikayeyi kendi amcamdan dinlemiştim.

  1915 yılında, Vartan isimli bir ermeni köyümüzün bakkal dükkanını çalıştırıyordu. Vartan çok  güzel kürtçe konuşmakta ve Marik adlı eşi ve Haçik ile Xarabet adlı 2 oğlu ile birlikte birlikte köyümüzde aynen bizim gibi yaşamakta ve Konya’daki tanıdıklarından aldığı malları köye getirip, köylülere satıyormuş. Çok güzel kürtçe ve türkçe konuşan Vartan, köylüler tarafından aynen bizden biri gibi sayılıp sayılıyormuş.

 Köylüler, Vartan ve ailesini ayda bir kez pazar günleri Kozanlı’ya giderek diğer köylerden gelenlerle birlikte gizli ayin yaptıklarını söylüyorlarmış.

 Genellikle temel ihtiyaç malları olan gazyağı, şeker, hayvan ve tarlalarda kullanılan bazı ilaçlar, tuz ve lamba şişesi gibi bazı gereksinmeleri getirip yün ve tahıl karşılığında satıyormuş fakat genellikle mallarını harman zamanı  ödenmek  şartıyla kredili olarak satıyormuş.

  Bu borç olarak verdiği malların yazılı olduğu da kalın bir borç defteri varmış.

  45-50 yaşlarındaki bu Vartanın, Kozanlı’da bakkal dükkanı işleten Xelikan’da demirci, Bulduk’ta değirmenci ve yine Yeniceoba’da demirci olarak çalışan diğer ermeni akrabaları varmış.

  Zaman geçmiş bir gün, köye 2 jandarma gelir ve Vartanı karakola götürmek isterler ve bunu önceden farkeden Vartan korkusundan saklanır ve gitmek istemez.

   Köy ağasının  bile türkçe bilmediği köyde, jandarmaın söylediklerini daha önce nerden geldiği pek bilinmeyen Zahir hoca tarafından tercüme edilir ve daha sonra, gelen jandarmaların karınlarını doyurarak geri gönderirler.

  Gelen jandarmalar, Vartanın Haymana’da ki karakola çağrıldığını ve en geç 1 hafta içerisinde gelmemesi durumunda kendisinin zorla götürüleceğini söylerler.

  Jandarmaların söylediklerini ona acıyan bakışlarla aktaran köylülerin, söylediklerinin ne anlama  geldiğini anlamıştı Vartan. Diğer köylerdeki akrabalarından olup bitenler hakkında bazı duyumlar almasına rağmen, kendisinin karakola neden çağrıldığını tam olarak tahmin edemiyordu.

  Ona göre en kötü ihtimal, kendisinin ve ailesinin bu köyden çıkıp gitmesini istiyeceklerini tahmin ediyordu.

  Vartan, eşini ve çocuklarını Kozanlı’da ki akrabalarının yanına gönderir ve bakkal dükkanının borç defterini eline alarak ev ev dolaşarak borçlarını  tahsil etmeye çalışır.

  Ancak olacakları önceden  hisseden köylüler, Vartan ile alay ederek yaz’a kadar beklemesi halinde borçlarını ödeyeceklerini söylerler.

  Tüm çabalarına rağmen bir türlü borçlarını tahsil edemeyen ve köylülerin bu davranışına çok kızıp öfkelenen Vartan, borç defterininin sayfalarını tek tek parçalayarak yere atıp ayaklarıyla çiğneyerek paramparça ederken bi taraftan da kürtçe olarak;

Ma va haqe ? Hun çima deyne xwe nadine min. Ma hun çi musilmanın ?

 Ez ji Xwede’ye we dixwazim qu; ’’Bale u lanet li ser vi gunde be’’.

-(Bu hak mıdır ? Siz bana olan borcunuzu niçin vermiyorsunuz bana ? Siz nasıl müsülmanlarsınız ? Ben, sizin Allah’ınızdan isterim ki;  ‘’ Allah’ın laneti her daim bu köyün üzerinde olsun’’.)

  Köylülerden bir türlü parasını alamayan Vartan, karakola yanlız başına gitmekten çekinerek köyden çok sevdiği Miho amcaya rica eder ve onun kağnısı ile yanlarına da bolca yiyecek ve içecek alarak Haymana’ya doğru yola çıkarlar.

  Aradan birkaç gün geçer ve gidenlerden herhangi bir haber gelmez ve köylüler heyacan ve endişeyle gidenlerin geri dönmesini beklemektedirler.

  Ve nihayet 5 gün sonra Vartan ile birlikte gitmiş olan Miho amca isteksiz bir şekilde yürümekte olan öküzün çektiği kağnı arabısının üstünde açlık ve susuzluktan yorgun düşmüş bir şekilde üstü başı kan revan içerisinde bir ölü gibi yığılmış olarak yana yatmış olarak oturuyordu.

  Dili tutulmuş bir şekilde uzun bir süre konuşamayan Miho amca birkaç gün sonra yavaş yavaş kendisine gelip olup biteni anlatana kadar, köylüler bu olup bitenlere bir anlam verememişlerdi.

  Haymana karakolu’a birlikte giden Maho amca ile Vartan’a, Ankara Keçiörende ki karakola gitmeleri gerektiği söylenir.

   Köye dönmek isteyen Miho amca, Vartan’ın ısrarlarına dayanamayarak onunla birlikte Ankara’ya giderler.

  Ankara Keçiören’de ki karakola gittiklerinde onları karşılayan bir asker, Vartan’ı Maho amcadan ayırarak daha ilerdeki bir binanın önüne götürür ve beklemesini söyler ona.

   Birkaç dakika sonra  elinde iki yanı da keskin olan sapı uzunca bir balta ile, yüzü kapalı ve sadece gözleri açık olan iriyarı bir cellat binadan çıkarak Vartan’ doğru yönelir.

  Bu olup bitenlerden içgüdüsel olarak irkilen Vartan ani bir çeviklikle  kağnının yanındaki Maho amcanın arkasına sığınmak istiyerek kendisini korumaya çalışır.

  Hızlı bir hamleyle Vartan’ın peşinden koşan cellat ani bir balta darbesini, kurbanın tam alnının ortasına vurduğunda fışkıran kanlar hemen oradaki Maho amcanın da üzerine yayılır.

  Maho amca, sonrasını hatırlamaz. Hatırladığı en son görüntü, Vartan’ın yerde kıvrananarak yatarken umutsuz bir şekilde ona baktığı görüntü ile ‘’çabuk burayı terk et moruk’’ diyen Cellat’ın sesi  idi.

  Hacı Saydo dayı hikayesini bitirirken, hüzünlü bir ses tonuyla;

– ’’Acaba gerçekten Vartan’ın laneti köyümüzün üzerinde olabilirmi’’ ? diyerek yüzüme baktı ve;

Ben şahsen yaşlılardan çok duydum, o zamanlar o gariban Vartan’ın hakkını yememiz kesinlikle bizim üzerimize lanet yağdıracacağına inanıyorlardı.

  Belki kutsal dinimiz İslamiyete  pek uymuyor ama bizim ata ve dedelerimizin  inanışlarına göre, her zaman bu dünyada yaptığımız tüm kötülük ve haksızlıklar  mutlaka bir gün bu gerçek hayatta bize geri dönecektir.

  Mesut dinlediği  bu yaşanmış hikayeden çok etkilenmiş ve bir film şeridi gibi bu hikayedeki acıyı ve yapılmış laneti tüm hücrelerine kadar hissediyordu.

  Gece bir türlü uyku tutmuyordu kendisini.

  Tam da uyumaya çalışıyorken, yıllar öncesi duyduğu başka bir hikayeyi aniden hatırlayınca uykusu daha da fazla kaçmıştı.

  Yıllar önce bu hikayeyi, bizzat kendi başından geçen  babasının dayısı hacı  Nasır’dan dinlemişti.

  Hacı Nasır, 1925 li yıllarda Şeyh Sait başkaldırısının olduğu yılarda askere alınır. Kendisine, doğuda eşkiya ve ermeni çetelerin saldırılarına karşı savaşacakları söylenen ve askerde bildiği kadarıyla tercümanlık yapan hacı Nasır, bölgede başkaldıranların kürt isyancılar olduğundan bile haberdar değildir.

  Hacı Nasır,  askerlik esnasında köy baskınlarında bazan erkeklerin kocaman un çuvallarının içine saklanıldığı söylemiş ve çuvallara süngü sokularak içinde insan olup olmadığını kontrol ettiklerini söylemişti.

  Bir keresinde, mağaranın içerisine doğru kaçıp saklanan bazı köylülerin sığındıkları mağaranın giriş bölümünü taşlarla kapatılarak onların orada ölmelerini şahit olduğunu söylemişti.

  Yine askerde iken, askerler tarafından başı sarıklı ve yöresel kürt giysileri giyinmiş bir savaşçı yakalanmış, elleri ve ayakları bağlanmış olarak askerlerin önüne getirilmişti. Komutan askerlere dönmüş ve;

İçinizde bu eşkiyanın başını kesecek birisi varmı? Bu eşkiyanın başını kesecek askere 1 ay hava değişimi izni vereceğim, diyerek askerlere doğru bakmış.

  Bazı askerler, eşkiya denilen zavallı kürt savaşçısına acıyan bir şekilde bakarken, bazıları ise komutanın bu isteğini kabul edip etmemek arasında gidip geliyorlarmış.

  Hacı Nasır dayının anlattığına göre; askerler arasında bulunan bir köylümüz ayağa kalkarak kendisinin bu adamın kafasını kesebileceğini söyler. Bunun üzerine, diğer askerler bu askere baskı yaparak bu kararından vazgeçirmeye çalışırlar.

  Fakat, köylümüz verdiği bu kararda çok ısrarcıdır. Kasaturasını alarak yerde yatmakta olan zavallı kürt savaşçısının sakalından tutarak boynuna vurarak kafasını  keser.

   Hırıltılar çıkarararak yerde uzun süre can çekişen savaşçının görüntüsüne dayanamayan askerlerden bazıları bu görüntüye dayanamaz ve kusarlar.

  Bu yaptığı işin mükafatı olarak 1 aylık hava değişimi izni alan köylümüz köye gelir.

  Köylülerin bu olup bitenden bir haberleri yoktur.

  Köye gelen köylümüz, ertesi gün sıtma hastalığı  geçirmiş gibi  titreme nöbetleri geçirerek yatağa düşer ve yataktan çıkamaz.

  Köylümüzün köye gelmesinden yaklaşık 20 gün sonra köylümüz ile aynı askeri birlikte bulunan Kulu’lu Kara Mehmet  hava değişimi için izine gelir. Kara Mehmet köyümüze gelerek olup biteni köylülere anlatır.

  Yatakta titreme nöbetleri içerisinde kendinden geçmiş olarak yatmakta olan köylümüz, boş gözlerle etrafına bakmaktadır ve askerlik arkadaşını da bir türlü hatırlayamaz.

  Köylülere göre hafızasını  yitirmiştir.

   Komşu köyden gelen hocanın okuduğu dualarla yapılan bir mevlüt’le köylülere bir hayır yameği verilir. Daha sonra yataktaki köylümüz  2 gün boyunca  taze hayvan dışkısının  içine boğazına kadar yatırılır ve iyileşmesi ümit edilir.  

  Fakat tüm çabalara rağmen köylümüz iyileşemez ve en sonunda hayatını kaybeder.

  Bu olaydan çok etkilene köylüler, bu olayın köylerinin başına muhakkak bir gün bir ‘’lanet’’ getireceğine inanırlar.

   Daha sonra yaşanan bazı kaza ve belaları hep bu yaşanmış olaya bağladılar.

  Mesut bu geçmiş olayları unutmaya çalışarak  uyumaya çabalıyordu.

   Bir o yana bir bu yana dönüp duran ve bir türlü gözüne uyku girmeyen Mesut, gecenin ilerleyen saatlerinde uykuya dalmış ve kötü kaabuslar içerisinde saat; 5 gibi aniden uykudan sıçramıştı.  

   Gördüğü kabusta; elinde uzunca bir değnek olan ve başında sarıklı ve uzun sakalı olan birisi onun arkasından koşup kovalamış ve kendisi de yerinden bir türlü hareket edip kaçamıyordu.

  En nihayet kendisine yatişen uzun sakallı adamın tutarak, onu yere yıktığını hatırlıyordu gördüğü kaabusta.

  Ne zaman tekrar uykuya daldığını hatırlamayan Mesut, sabah saat; 7’ye doğru acı acı çalan cep telefonunun sesi ile uyandı ve uykusuzluktan sersemlemiş gözlerini zorla aralayarak telefonu aldı eline.

  Telefonun öbür ucundaki şahıs, ’’ İsveç’çe olarak’’;

God morgon min herre, jeg er Polisen Magnus Sandberg  från Stockholms Centrala Polisstationen.

  (Günaydın bayım, ben Stockholm merkez polis istasyonundan polis memuru Magnus Sandberg)

   Telefonun diğer ucundaki sesin, polis olduğunu duyan Mesut kötü bir haber olduğunu sezinleyerek, polis’e ne olduğunu sordu !

   Polis memuru gayet sakin ve daha önce bu işi yaptığını belli eden tecrübeli soğuk bir ses tonuyla;

Sayın bay Mesut, oğlunuz geçen gece sabaha doğru Stockholm şehir merkezinde polis ile girdiği bir kavga ve kargaşa sırasında kafasını kaldırım taşına çarparak, kaldırıldığı hastahanede hayatını kaybetmiştir  

 Başınız sağolsun sayın bay Mesut.

 

Mesut’un elindeki telefon yere düşmüş ve ahizenin öbür ucundan İsveç’li polis’in sesi yankılanıyordu;

-Hör du, hör du herre Mesut ?

 (Beni duyuyormusunuz sayın Mesut ?)

 

  Bu arada telefon sesi ile uyanmış olan eşi ve Mesut hıçkırıklar içerisinde çığlık çığlığa ağlarlarken, bu sesleri ve çığlıkları duyan komşular ise ne olduğunu anlamak için yavaş yavaş  onların  evlerini doğru geliyorlardı.

Mesut tüm bu olan bitenler arasında, bir taraftan tüm gece boyunca  kendisini meşgül eden kafasındaki düşüncelerden kurtaramıyordu kendisini;

 

Gerçekten bu köyün üzerinde; ” Zavallı Vartan ile zavallı o kürt savaşçının’’ lanetlerimi vardı acaba? !

 

 

Kopenhag,  3 eylül 2020.