Osmalılar ve onların arşivlerinde “Rışvan” ismi belki 50 ayrı biçimde yazılmıştır. Bu, devletin Kürtleri asimile etme ve orijinal isimlerini Türkçeleştirme politikasının bir sonucudur. Oysa Rışvanların gerçek Kürtçe adı “Reşî”dir.
TRT’nin hazırladığı belgeselde, aşiretlerin bazen kendi aralarında ve bazen de yerleşik halk ile problemler yaşadığını ama bunların hep barış ile sonuçlandığını anlatmaya çalışıyor. Aşiret sistemindeki sosyal sorunların çözümünü doğru yansıtırıken, ”Osmanlı’nın adelet dağıtan kapısı” hiç gerçekçi değil. Kürt aşiretleri, kendi problemlerine ”Rûspi” heyeti de denilen, aşiret reisleri ve miremiranın beraber verdiği kararlar ile çözüm bulurdu. Ama devlet ile olan sorunlarında devletin kılıcını hep başlarında hissettiler. Bu nedenle birçok isyan çıktı.
Aslında “Reşîlerin tarihi bir isyanlar tarihidir” dersek yanılmış olmayız. Bunlardan en uzun soluklu olanı ”Celali İsyanları” idi. Reşîlerin de içinde olduğu bu isyanda Osmanlılar 1601 yılında Reşîleri Anadolu ve Kuzey Kürdistan’dan çıkararak Doğu Kürdistan’a (Urmiye) sürer. Daha sonra Şahın baskılarından dolayı bunlar tekrar Kütahya çevresine gelerek yerleştiler. Belgesel, devleti masum, şevkatli ve hukuktan taviz vermez gibi göstermeye çalışıyor ama tarihi gerçekler bunu kanıtlamıyor. Devletin en önemli çözüm yolu aşiretleri zorla, uzak, çöl ve tehlikeli bölgelere yerleştirmesi oldu. Prof. Söylemez, ”Devlet 1691 yılında iskan politikası geliştirmiştir ama bunda da tam başarılı olamadı” diyor. Doğrudur, çünkü aşiretlerin çoğu geri döndü ama bir kısmı da kaldı. Bugün Reqa, Hama ve Humus’ta bulunan Kürtler o günkü sürgünlerden arta kalanlardır.
Osmanlı devleti zorla iskan için 21 Şubat 1691 yılında Reqa beylerbeyi Huseyin Paşa’ya bir ferman göderir ve Reşîlerin tespit edilen yerlerde yerleştirilmesini emreder. Bu kolay olmaz; Kürt aşiretleri buna direnir ama Osmanlı’da oyun bitmez misali bütün aşiret reislerini tutuklatarak, aşiretlerin gitmemesi halinde hepsini öldüreceği tehdidini savurur. Bazen koyunlarını rehin alır, bazen toplu para cezaları keser ve en çok da askeri zor ile bunu gerçekleştirir. Derbentleri de kuvvetlendirerek başardığını sanırken, dağa, yaylaya ve özgürlüğe alışık olan Kürtler, çöle ve Arapların baskınlarına karşı fazla dayanamayarak 1697 yılında, 5000 aile ve 15 bin kişiyle kendilerini Toros Dağlarına (Gavur) atarlar. Osmanlı, Reqa valisi Mustafa Paşa’ya yeni bir ferman yazar: ”Rakka’ya yerleştirilen aşiretler Heleb, Şam, Trablus, Arzi Rum, Mereş, Qers, Adana, Karaman ve Sivas’a kaçmışlardır. Bu ferman eline ulaştığında bunları tekrar Rakka’ya yerleştir!” der. Yusuf Paşa Toroslar’daki Reşîlerin üzerine gider ve onlara şunu söyler: ”Padişahın kati emri var, ya Reqa’ya dönersiniz ya da sizi öldürürüz!” Kürtlerin buna yanıtı da, ”Çocuklarımız ve hayvanlarımızın hepsi telef oldu, padişah ya başka bir yer göstersin ya da Minbic’e gitmemize izin versin. Reqa’da öleceğimize, ısrar ederseniz son adamımıza kadar burada savaşır ve ölürüz!” olur.
Osmanlıların emrinde olan Kürtlerden ve yerleşik Reşîlerden 2500 atlı, 40 tabur yaya ve daha onbinlerce askeri yardım toplandı ve savaş başladı. İsyankar Kürtler üç ay direndi ama sonunda teslim olmak zorunda kaldılar. 30 aşiret reisine kadın kaftanı giydirilerek halk arasında gezdirildiler, onurlarını kırdılar ve sonra da hepsini öldürdüler. Bundan sonra Orta Anadolu’ya gitmelerine izin verdiler.” ’Reşi Gediği’ Kürtlerin kafaları ile dolduruldu. İşte bahsedilen esas Osmanlı şefkati budur (!). Yukarıdaki bu satırlar; Türk tarihçileri yazdı ve ben de onlardan alıntı yaptım. Reşîlerin (1698) ardından 1715 yılında da diğer aşiretler Orta Anadolu’ya bırakıldı. Orta Anadolu’da da 1830’lu yıllara kadar göçebe yaşadıktan sonra yerleşik düzene geçtiler.
Reşîler’de dini inançlar
Belgeselde, ”Alevi ve Sunni var. Aynı aşiretten iki kesim de var. Hiç sorunumuz da olmadı” deniliyor. Halk arasında ciddi sorunların olmadığı doğru ama Osmanlılar Sunni mezhebini esas alan bir yönetimdi, Alevi ve diğer inançlara karşı toleransları çok azdı. Yavuz’un 40 bin Alevi’yi kılıçtan geçirmesi bunun sadece bir örneği ama daha onlarca benzeri olay var. Bilindiği üzere Reşîler de Zerdüşti geleneğinden gelmektedir. Bu inanç daha sonraları Êzîdîliğe, Kızılbaşlığa-Aleviliğe (Kırmızı börklü/başlı, ayağı çarıklı), Şiiliğe ve Sunniliğe evrilmiş. Reşîlerin içinde bulunduğu Germiyanoğulları Êzîdî, Karakoyunlular Kızılbaş, Safevi devleti Şiia inancındaydı. III. Murat dönemine kadar da Reşîlerin Alevi-Kızılbaş olduğunu onun fermanından biliyoruz.
Ferman aynen şöyledir: ”Malatya Beyine! Şehrinizde Şah İsmail adına ortaya çıkan ve ona hediyeler gönderen şahısların katline fermanımdır! Vilayetinize bağlı İzlu, Rışvan, Eşkan, Solak, Şex Huseyinli, Soydan, Adak, Eğirbuk, Kalaçak, Bezki, Çakal, Mihriman, Qeresaz, Kömür cemaatleri adına Şah için ortaya çıkan haydut ona kurbanlar göndermiş, cem çevirmiş ve kulluk etmiştir. Bunlar Rafizidir, bunları ortaya çıkarın, başlarını kesin, mallarını yağmalayın ve sicillerini bize gönderin! 2 Recep 1578.”
Bugün, Konya ve bir kısım Adıyaman Reşîleri Sunni, bir kısmı Alevi. Sunniliği kabul eden Reşîlerin tarihi 400 yılı geçmez. Ermenistan, Rusya, Urfa, Şengal Reşîleri Êzîdî. Horasan Reşîleri Şia’dır. Bu tablonun da herhalde bize anlatığı çok şey vardır…
Belgeselde, Prof. Kutlu önemli bir gerçeğe de işaret etmektedir: ”Göçebe olanlar İslam’ın daha çok yüzeysel ve ahlaki yönüne, yerleşik olanlar daha çok eğitim ve kurumsal yönüne önem vermişlerdir. Yerleşik olanlar Osmanlıları, göçebe olanlar Şah İsmail’i seçmişlerdir.” Bu tespit kısmen doğrudur. Bugün bile Sunni Reşîlerin büyük bir kısmı arasında İslami inanç daha yüzeyseldir. Birçok insan namaz kılar, müslüman gibi davranır ama yemin ederken, ”Bu ateş/güneş üzerine yemin olsun!” veya ”Bu ocağın hakkı için” der; ”Kutsal güneş batmadan hayır dağıt!” ve ”Güneşe karşı işemek günahtır!” gibi söylenceler ile gerçek yaşamda ayrı bir pratik sergiler.
Reşîler’de dil
Reşîler Kurmanc’tır ve Fırat ağzını konuşur. Bunun dışındaki bütün sav ve idialar yalandır, aldatmaya, asimilasyona yöneliktir. Türk profösörlerin görüşleri ise insanı gerçekten güldürür. Prof Ahmet Buran bunlardan biri: ”Batı Oğuz coğrafyasına baktığımız zaman Anadolu merkezidir. İlk Selçuklu devleti İran’da kuruldu daha sonra Anadolu Selçukluları kuruldu. Türkler önce İran coğrafyasında kaldılar. İranlılar ile birlikte yaşayınca Farsça ile Türkçe karışmaya başladı.” Bu iddianın bizler için anlamı şudur: Reşîler Türk ve Türkmendir. Orta Asya’dan gelince önce İran’da kaldılar ve dillerine Farsça girdi. Bu yüzdendir ki bugün karışık bir dil kullanıyorlar. Yani Kürt değiller. Türk asıllılar ama bazı Farsça kelimeler dillerine girmiştir.’’
Buna kargalar bile güler! Binlerce yıllık bir tarihleri olan Reşîleri böyle kandırmanız kolay değil. Reşîler artık eski Kürtler değil, artık hakkını, hukukunu, dilini, kültürünü ve kimliğini istiyor bilesiniz… Bazı zavallı, cahil, iyi niyetli Kürt köylülerini konuşturarak, onlara; ”Biz Zazaca ve Şexbizinca konuşmayız. Türkçe de, Arapça da, Kürtçe de konuşuruz. Fark etmez!” dedirterek bu iş bitmez. Zazaca ve Şexbizinca Kürtçe’nin lehçeleri, Kurmancların tam anlamaması normal. Ama madem fark yok diyorsunuz devletin dili yılda bir hafta Kürtçe olsun! Veya Kürtçe okullar açılsın! Var mısınız?
Prof Buran’ın bu konudaki başka bir görüşü de şöyle: ”Türk dünyasında çok dillilik kavramı vardı. Türkler tarihlerinin derinliklerinde de tek dile sahip değillerdi. Yani Türkçe’nin yanında diğer dilleri konuşuyor ve kullanıyordu. İslam coğrafyasında üç önemli ve büyük dil vardır: Biri Arapça, diğeri Farsça ve son olarak da Türkçe’dir. Bu coğrafyada örtülü bir diller mücadelesi de vardır. Yönetenlerin dili yönetilenlerin, taşradakilerin dilini etkiler. Budanlar kuzeyden Bulgaristan’a geldi, dinleri Hristiyanlaştı dilleri Slavlaştı. Devlet dilinin Farsça, dinin Arapça olması, toplumun Türkçe konuşması beklenmez. O zamanın aydınları Arapça yazar. İbni Sina ve Mevlana Türk’tür ama Arapça yazmıştır. Bu aşiret dillerinde görülür: Aşiretler geçerli dillerinden belli oranda kelimeleri alarak, ortak geçerli bölge dili yaratmışlardır. Aşiretlerdeki bu karma dil bunun sonucudur. Arap coğrafyasında yaşayanların dillerinde daha çok Arapça, Anadolu’da yaşayanların dillerinde Türkçe daha fazladır. Karageçili aşiretinin Batı Anadolu’da yaşayanları Türkçe konuşur. Urfa’dakiler Kürtçe konuşur bu nasıl oluyor? Biz Karageçililerin bir Türk aşireti olduğunu ve Osmanlıları kurduklarını ve Kayı oymağına mensup oluğunu biliyoruz. Doğudakiler oraya adepte oldukları için Kürtçe konuşmaya başladı. Diğer benzer aşiretler de dillerini değiştirdiler. Rışvanlar da zamanla Türkçe konuşuyordu ama sonradan Kürtçe konuşmaya başladı.”
Hiçbir tarihçi, Türklerin başka dilleri de kullandıklarını yazmıyor, ben duymadım. Bu, Kürtleri asimile etmek veya kandırmak için kullanılıyor. İslam coğrafyasındaki büyük diller arasında Kürtçe’yi saymamak bir profesör için sonun başlangıcıdır. Dilbilimciler Kürtçe’nin en eski, en yaygın ve en köklü dillerden biri olduğunu söyler. Ayrıca şimdiye kadar büyük baskılar altında yaşayan Kürtçe eğer bugüne gelmiş ve hala yaşıyorsa, bu dilin güçlülüğünü ve kudretini gösterir. Doğrudur, yönetenlerin dili yönetilenlerin dilini etkiler; bu bir doğa kanunudur. Türk, Fars ve Arap inkarcı zihniyeti altında yaşayan Kürtlerin bu dilleri öğrenmesi, bu dilden birçok kelimenin dillerine girmesi doğal bir sonuçtur. Bu nedenle Ankaralı Kürt, ”Bizim Kürtçe’nin yüzde 25’i Türkçe’dir” diyor. Bundan doğal ne olabilir ki? Bunun yanında Türkçe’nin de başta Kürtçe olmak üzere komşu dillerden birçok kelime aldığı biliniyor. Bunu denemek istiyorsanız, buyrun Türkçe’den, Kürtçe ve Arapça kelimeleri çıkarın ve dilin ortaya çıkan son halini görün! Bu nedenle, üç devletin baskıları arasında yaşayan Kürt dilinin, özellikle de halk dilinin karma olması normaldir. Reşîler, Orta Anadolu’da 320 senedir yaşıyor, etrafı Türkçe konuşanlar ile çevrili, okullar ve medya Türkçe ama hala Kürtçe konuşurlar. Onlarca Kürtçe yazan yazar ve şairi var, bu satırları yazanın kendisi de onlardan biri ve Kürtçe 11 tane kitap yazmıştır.
Son olarak da şunu yazmak gerekir: Profesörün iddia ettiği gibi Karageçililer Türk değildir. Xorasan’dan gelen bu büyük Kürt aşiret federasyonu, önce Batı Anadolu’yu (Bursa) yurt edinmiştir, daha sonra Osmanlıların, özellikle de Kürt dünürü olan Yıldırım Beyazıt’ın baskıları ile tekrar Kuzey Kurdistan’a ve Xorasan’a dönmüşlerdir. Batıda kalanlar dillerini unutmuş olabilir ama bu onların Türk olduğunu kanıtlamaz. Belgeselde, Eskişehir’de yaşayan Terziyanlı da bu gerçeği şöyle dile getirir: ”Biz buraya 160 yıl önce gelmişiz ve Kürdüz. Aramıza diğer ırklar geldi ve hepimiz Türkçe konuşa konuşa biz Kürtçe’yi unuttuk.”
Bir başkası da Afyonkarahisarlı olan Kürt, ”Halep’ten gelmişiz. Bize Irışvan derler, Hacılar soyundan geliyoruz. Rışvan adı ile toprağımız ve sokağımız var. Ama Kürtçe’yi unutmuşuz” diyor. Siz daha dün Dersim çocuklarını batıya sürerek asimile ettiniz, yüzyıllar önce gelmiş Kürt de tabiki dilini unutacak.
Ama Prof. Buran sonunda kendisi ile çelişiyor ve ”Almanya’daki Türkler örnek verilebilir. Üçüncü nesil sadece Almanca konuşur. Almanca konuşuyorlar diye etnik kökenleri Alman’dır diyemeyiz. Anadili Almanca, etnik dili Türkçe’dir. Konuşulan dil her zaman etnitisiyi belirlemez. Rışvan, Karageçili, Beğdili, Türkan gibi daha önce Türkçe konuşuyordu, şimdi Kürtçe konuşyorlar. Kürtçe onların birbiriyle konuştukları, anlaştıkları bir lisan, aslında Kurmancca’dır. Onlar da Kürtçe değil Kurmancça derler. Etnik mensubiyet, insan kendini nereye ait hisediyorsa odur. Başka ölçü yoktur. Duygusal mensubiyet belirleyicidir. Dil kimliğin taşıyıcısıdır ama dil ile etnik köken birleştirilemez” diyor. Böylece yüzyıllarca yıl önce Batı Anadolu’ya yerleşmiş bir Karageçili ile 319 yıl önce Orta Anadolu’ya yerleşmiş bir Reşî’nin, Şexbizin’ın, Dimili’nin ve 303 yıl önce yerleşen bir Canbeg’ın, Sewedi’nin, Terıki’nin kısaca hepsinin dillerine Türkçe girmiş olabilir ama etniseleri Kürt’tür. Bunu artık kabul edin, demokratik ve insani bir çözüm bulun ki üzerinizdeki vicdan azabı yükü de hafiflesin.
Derbend ve vergi sistemi
Osmanlı devleti başta Reşî Aşiret Federasyonu olmak üzere bütün Kürt aşiretlerini yerleşik hayata geçirmek için çok çaba sarfeder. Bundaki amacı, Kürtleri kontrol altına almak, onlardan vergi toplamak, Osmanlılara baskın yapan Arap aşiretlerine karşı bir kalkan oluşturmak, aşiretlerin yazlık kışlık güzergahı üzerindeki bölgelerde emniyeti sağlamak ve boş olan arazilerin üretime geçmesini sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek için bugünkü koruculuk sisteminin benzeri olan ”Derbend” sistemini geliştirmiştir. Derbend Kürtçe bir kelimedir. Der=kapı, bend=ip veya set anlamındadır. Yani coğrafyanın stratejik noktalarına karakollar oluşturarak asker ve yöre halkından insanları, az bir ücret karşılığında, içine yerleştirerek aşiretlerin göçüne engel olmaktır. Prof Söylemez, ”Kışlakları bügünkü Kahta ilçesi iken, yazları da da Cendere Köprüsü’nü geçerek, Bulam Çayı’nı takiben, Sürgü Köyü’ne (Malatya) kadar ve Bey Dağları’nın güneyinde yaylalıyorlardı. Sürgü’deki derbendte vergilerini ödüyorlardı” diyor. Doğrudur. Buna benzer onlarca derbend oluşturulmuştur. Kırşehir’de ”Kesik Köprü” (1744) derbendi kurulmuştur. Cihanbeyli’ye bağlı Bulduk Köyü’nden Heciye Mami Toze (1903-1989), ”Derbendi kestiler ve bizim aşiretin yarısı Konya’da kalırken diğer yarısı tekrar Kürdistan’a döndü” diyordu. Anadolu ve Adıyaman’daki aşiretlerin farklılığının bir nedeni de bu olabilir.
Dikkat çeken bir nokta da Osmanlı devleti kendisini güçlü hissetiği dönemde aşiretler üzerine şiddet kullanarak gitmiş ve fazla vergi almış, kendisini zayıf hissettiğinde aşiret hareketlerine göz yummuş ve vergileri azaltmıştır. Reşîlerden korktukları için çoğu kez göz yumduklarını kendi kaynaklarından biliyoruz. Kürdistan’dan alınan vergilerin normal vergilerin iki katı olduğunu bu arada belirtmek gerekir. Belgeselde, ”Reşiler, bağlı oldukları Osmanlı devletine vergi vermede ve asker vermede hiç zorluk çıkarmamışlardır” diyor. Bu, büyük bir yalandır. Bütün tarihi belgeler Reşîlerin çok zorunlu olmadıkça asker vermediğini ve vergilerin fazlalığından dolayı (zamime) isyan ettiğini görürüz. Reşîler, Qara Mamud Rışvan öncülüğünde 1686 yılında başkaldırdı ama Cafer Paşa bunu büyük bir kıyımla bastırdı. Bu da gösteriyor ki devlet hiçbir zaman Reşî ve diğer Kürtlere karşı filmde anlatıldığı gibi şevkatli olmadı, hala da olmuş değilç
Devletin sinsi planları
Türk devletinin Kürtleri nasıl düşman gördüğünü, inkar ve imha etmek istediğini son yıllarda yaşanan olaylar ile açıkça gördük. Bunu Kuzey Kurdistan’da şehirlerin top ve uçaklar ile yıkılmasında, insanların bodrumlarda yakılmasından, Roboskî’de, halkın iradesi ile seçilen parlementerlerin ve belediye başkanlarının tutuklanmasından gördük. Rojava’da DAİŞ’e El-Nusra’ya yardım ederken Kürtlere nasıl saldırdığını gördük. En son Güney’de nasıl İran ve Irak ile işbirliğine girerek Kürt kazanımlarını ortadan kaldırmak istediğini gördük… Şüphesiz bu örnekler çoğaltılabilinir. Böyle bir devletin kurumlarının yaptığı böylesi bir belgesel de amaçsız, plansız değil. 20 veya 50 yıl sonra bu filimlerdeki konuşmaları göstererek Reşî ve Anadolu Kürtlerinin Türkmen olduğunu ispatlamak için kullanacağından şüphem yok. Kısacası art niyetli, gizli ve sinsi planları olan bir proje. Bu nedenle, aynı aşiretin mensubu olan bir sürgün kardeşiniz olarak, Reşîler Dernek Başkanı Sayın Ali Avcı, dernek onursal başkanı sayın Dr. Hüseyin Avcı, Adıyaman Belediye Başkanı sayın Necip Aslan, Pınarbaşı Belediye Başkanı Sayın Mehmet Çalgam, yazar Mahmut Rışvanoğlu, Kilis Dernek Başkanı sayın Bilal Özyıldız, Malatya Dernek Başkanı Sayın İsmet Çelik, Batman Dernek Başkanı Sayın Ekrem Evgün’a şu çağrıyı yapmak isterim: Bu devlet, gizli hesaplarını gerçekleştirmek için size biraz imkan ve makam verebilir ama ulusunuzun kerameti için sakın aldanmayın. Artık nasıl bizi yok etmek istediklerini görerek kimliğinize, kültürünüze ve ulusal değerlerinize sahip çıkın. Aksi taktirde gelecek nesiller sizi asla affetmeyecek, ruhunuz hep ezik, başınız hep eğik olacaktır.
Xorasan’daki Reşîler
Xorasan Reşîlerinden olan yazar Kelimullah Tewahuddi şöyle diyor: ”Xorasan’daki Reşîlerin çoğu hudut üzerindeki Ceristan ve Quşxane (Qopoz, Kakilî, Bax, Emîrxan, Qolika Jêrin ve Jorîn, Dehxan, Cenga, Helva, Çişmê, Kela Mihemmed Elî, Hisar (zav), Pîran, Sincek (Sinceq), Çûrçûrî, Îzman, Teftazan, Yêngî Qelê köyleri) gibi yörelerde yaşar. Nadir Şaha karşı olan savaşları onların kahramanlığını yeterince ortaya koydu.’’
Aleme Araye Nadıri adlı yazar, Reşîlerin nufüsünu 2000 aile olarak yazar. Rus İvanof ise ”Reşîler Xakister, Kelat, Layin ve Kağeke yakınlarında yaşar. Qazvin’de de 500 ailedir” der. Emrudek, Tolfur, Dermiyan ve Çınaran kasabasının bir kısmı da Reşî’dir. Adıyamanlı yazar Mahmut Rışvanoğlu Reşîlerin nufüsunu beş milyon olarak veriyor ama bütün Reşîlerin nufüsunu tespit etmek oldukça zor bir iş.
4 bin Kürt şarkısı Türkçeye çevrildi
Bizim nesil Kürtlerin çocukluğu halı dokuma tezgahları arasında, analarımızın Kürtçe ninilerini ve şarkılarını dinleyerek geçti. Biz böyle büyüdük. Göçebe Kürtlerin yaşadığı Orta Anadolu, Rusya, Xorasan ve diğer alanlara gidin, her evde bir dokuma tezgahı görürüsünüz. Buralarda anaların ve kızların göz nuru ile halı, kilim, yastık, elbise ve binbir çeşit dokuma nakşedilir. Çevresinde gördüğü şeyleri nakşeder. Bu bir kuş, bir ağaç, çiçek, hayvan veya bir kıral resmi olabilir. Renklerini doğadan topladığı ve bir kazanda kaynattığı otlardan yapar. Bunları ipek, yün ve tiftik ipi ile yapar, bir kenarına da kendi saçından bir tutam iliştirir ve sonunda bir şaheser ortaya çıkarır. Efrîn’den Xorasan’a kadar olan bu coğrafyada aynı motifleri ve aynı kaliteyi görürsünüz. Ama inkarcı devletlerin kurumları bunlara sahip olmaya çalışır ve Kürt analarının göz nurunu inkar eder. İran devletine bağlı kurumlar ”Fars halıları”, Türk kurumları ”Türk halıları” ve diğerleri de ”Arap Halıları” diye dünyaya tanıtır. Halbuki çalıntı emektir.
Prof. Aksoy, ”Almanların Asya’da yaptığı araştırmalarda MÖ 1500’e kadar deri ayakabı, pantolon, ceket bulunmuştur. Pantolondaki damgalar ve Reşîlerin kullandığı damgalar aynıdır. Dillerini, dinlerini ve yurtlarını değiştirmişlerdir ama halı motiflerini değiştirmemişlerdir. Okuması yazması da yok ama aynı. Kültürde tesadüfe yer yok” diyor. Doğru söze ne denir ki? Reşî ve Kürt kültürünün çok daha eskilere gittiğine şüphe yok. Sadece araştırılsın ve bu kültür üzerindeki inkar kalksın yeter.
Kürtlerin, özellikle de göçebe aşiretlerin sözlü kültürü ve folkloru çok zengin, bunu herkes bilir. Kürtlerin şarkı ve halayları meşhurdur. Türk devlet kurumlarında çalışan sanatçıların dört bine (bir kısım altı bin diyor) yakın Kürt şarkısını Türkçe’ye çevirdiğini araştırmalar ortaya çıkardı. Bununla birlikte Kürt halayının da çevre halklar üzerinde bir etkisi olduğu bilinir. Prof Kalın, ”Halay, türkü ve çeşitli yemekleri Orta Asya geleneğidir” demesinin yanında belgeselde gösterilen düğün, türkü ve halayların tamamıyla Türk geleneklerin yakın olmasına özen gösterilmiş. Çoğu yerde Ankara havası şeklinde oyunlar oynanıyor. Son zamanlarda Kürt düğünleri arasına giren bu Ankara havasının arkasındaki düşünceyi böylece öğrenmiş olduk. Bu nedenle Kürt sanatçılarına burada bir çağrı yapmak istiyorum: Sizin iyi niyetinizi inkarcı ve asimlasyoncu Türk devleti ve kurumları Kürt kültürünü asimile etmek için kullanıyor. Buna dikkat etmeniz gerekir.
1207 Alinti: Yeni Özgür Politika