Sayın Horst Seehofer
Bir Avrupa Birliği vatandaşı olarak bu yazıyı size hitaben yazıyorum. Hergün çalışan, vergi veren, sisteme sorun çıkarmayan en uslu ve en iyi Avrupa vatandaşlarından biriyim. Kürdüm, yazarım ve 30 yıldır İsveç’te yaşıyorum. Tahmin edeceğiniz gibi kendi ülkemdeki baskı, inkar ve imha siyasetinden kaçtım. Orada da yaptığım hiçbir kanunsuz işim olmadı ama Kürt doğmak yetiyor. Kürt iseniz, egemen devletin askerleri kirli botları ile eviniz basar, deneme romanınızı sizinle beraber alıp götürürler. Çünkü sen doğmadan suçlusun! Beni bıraktılar ama romanım hala ellerinde esir… Beni yazma zevkinden yoksun bırakacaklarını ve bir ekmeğe muhtaç etmek istediklerini anladığım an yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Biliyorsunuz, hem ülkenizde hemde Avrupa’nın diğer ülkelerinde benim durumumda olan onbinlerce insan var.
Türk askeri kirli botları ile evimi basarken yaşadığım psikolojiyi, size bağlı polisler iki kurumumuzu basarken ve kapılarına kilit vururken de yaşadım. Asker ve polis botlarının ne kadarda akraba olduklarını, mesele Kürtler olunca sizin de diğerlerinden farkınızın olmadığını anladık. Yazık, buna insan haklarına adına üzülmedim diyemem.
Dedim ya yazarım, içinde olduğumuz yaşam koşulları son derecede çetin; bir Avrupalı yazar ile karşılaştırmak olanaksız. İmkanlarımız çok kısıtlı olmasına rağmen içimizde gizli tutuğumuz bir aşk, bir umut, aydınlık yarınlar ülküsü ve diri bir ruh var; bunlarda herkeste yok! Bunu bazen yazı, bazen müzik, bazen resim ve bazen de diğer sanatlar ile dışa vurmaya çalışıyoruz. Aslında içimizdeki isyan çığlığıdır bu. Çığlığımızın insanlığa ulaşması için imkan ve şartlarımız kısıtlı olduğu için yardımcı olacak kurumları mumla ararız. İşte o kapattığınız kurumlar bize el uzatır, yardımcı olur, hepimize olmasada bir kısmımıza nefes, ruh, umut verir. O kurumlar, bizim gibi şartları zor olanlar için birer yardım simidi gibidir. Hem ürünlerimizin basım ve dağıtımında hem de diğer ürünlerin bize ulaşmasını sağlayan nefes borumuzdu. Kapısına kilit vurmanız bizi geçmişe götürdü, kirli botları ile evimin biricik halısına basan, duvarda asılı Ahmed Arif’in “Bunlar çıyandır…” şiir afişini koparan, kitaplığımdaki Kürtçe Alfabe ile sarı kağıt üzerine, elyazımı romanımı alan askeri gözlerimin önüne getirdi. İrkildim, tiksindim! Avrupa’nın göbeğinde ve bu çağda bir yayınevinin kapatılması nasıl olur diye kendi kendime binlerce kez sordum ama yanıt bulamadım. Şimdi size soruyorum; neden biz gariban yazarların nefes borusunu kapattınız? Benim gözlerimin önünden gitmeyen o asker ile sizi karşılaştırmak, aynılaştırmak istemedim ama bana aynı duyguları yaşattınız. Bizim yayınevinin size ne zararı oldu? Yoksa bizim düşünce ve sesimizin duyulmasına mı tahammül etmiyorsunuz?
Tanıdığım onlarca amatör müzisyen var Stockholm’de. Hepsi birbiriyle yarışır ki bir CD’leri Mir Müzik’ten çıksın. Bugünlerde bir proje için beraber çalıştığım bir müzisyen arkadaşım da kapatılmadan önce çok istekli, iştahlı ve neşeli bir çalışmanın içindeydi. Gece gündüz çalışıyor ve türkülerini derleyerek Mir Müziğe gönderme hazırlığı yapıyordu. O kadar şevkle çalışıyordu ki gören bu delirmiş derdi; ağzı gülmekten kapanmıyor, gözleri ışık saçıyordu. Mir Müziğin sizin talimatlarınız ile kapandığını duyunca halini görmenizi isterdim. Zavallının yüzü, kaşları, omuzları ve göbeği aşağı çökmüştü adeta. Karşıdan bakan bunun bir kutu yatıştırıcı hapı aldığını zannederdi. Gülmeyi bırak artık konuşmak bile istemiyordu. Gitarının üzerine vurarak: ‘Abi bizden ne istiyorlar?’ diyordu sadece.
Sayın bakan, içinde olduğumuz durumu ve şartları az da olsa anlatmaya çalıştım. Her iki kurumda biz amatör sanatçı ve yazarlar için birer umut ışığı idi. Orada bir ürünümüzün çıkması için habire birbirimizle yarışırdık. Onu da elimizden aldınız. Ne diyeyim ben? Herhalde kendinize yakışanı yapmışsınız. Bizim mazlum insanlar olduğumuzu bizden daha iyi bilirsiniz, yardım etmeniz, büyüklük elinizi uzatmanız gerekirken, elimizdekini de çekip aldınız; bravo! Siz hiç torununuzun elinden sevdiği oyuncağını alırken o mazlum gözlerinin içine baktınız mı? İşte o masum çocuğun yerinde şimdi bizim duygularımız ve gözlerimizdeki aynı bakışlar var… Bilmem anlatabildim mi?
Kürtler çok zulüm gördü ama ırkçı olmadı; bedenleri, köyleri yakıldı ama birgün başkasının kümesini yakmadı; yediği sofraya hiçbir zaman bıçak saplamadı; canlarını korumak için kendilerine sığınanları korumak için canlarını verdi ama hiçbir zaman bunun karşılığını almadı. Alamadığımız bir diğer şey de evrensel hukuk ve adaletten payımıza düşendir. Zulümden kaçarak size sığındık ama asker ile polis botu farkının olmadığını anladık. Mandela: ‘Zulmü anlamak için Türkiye de birgün Kürt olun yeter!’ demişti. Size Kürt olun demiyorum ama yönetiminiz onlara da evrensel hukuktan paylarına düşeni versin ki sanatçıları oksijensiz kalmasın, istiyoruz.
ŞOREŞ REŞÎ
Yazı daha önce Yeniözgürpolitika’da yayınlandı.